Minik Zeyno, uzun süredir sessiz kalmamın sebebi. Evet, doğru anladınız, anne oldum ben. Yorucu ve zorlu bir hamilelik sürecinin ardından, yine zorlu bir adaptasyon ve büyüme süreciydi bizimki.. Çok şükür sağlıkla bugüne gelmeyi başardık. Duygularım tarif edilemez, umarım anne olmak isteyen herkese bu duygular nasip olur. Sanırım artık seyahatler daha keyifli bir hal alacak; hep beraber göreceğiz 🙂
Minik kızımız biraz büyüyüp kendini toparlayınca Pıtırcan ve ben arkadaşlarımızdan gelen 3-4 günlük İsviçre kaçamağı teklifine karşı koyamadık. Zeyno’yu bırakmak benim için zor olsa da, uzun süreden sonra kendi başımıza kalma fikri de çok cazip geldiği için gözümüz arkada kalmayacak şekilde bebişimizi annelere teslim ederek yola çıktık:)
Kısa süreli bir seyahat olacaktı, Perşembe sabah gidip, Pazar dönecek şekilde uçak biletlerimiz ayarladık. Basel’de arkadaşlarımızla birlikte onlarına aile dostlarına ait bir evde konaklayacağımız için, güne birlik programlarla birer gün Zürih ve Strasburg ziyaretleri yapmayı planladık, geriye kalan 1,5 günde de Basel’i görme şansımız oldu.
En başa dönersek benim için İsviçre vizesi almak kolay olsa da, süre açısından tam bir hayal kırıklığı yaşattı, ömrümde 6 aydan az süreli schengen almayan biri olarak 6 günlük İsviçre vizesi almış olmam büyük bir kızgınlık ve şaşkınlık yarattı:) Hele de pasaportun içine “ vize başvurusu esnasında gösterdiğiniz evrakları yanınızda getirin, İsviçre sınırında göstermeniz istenebilir” notu beni çileden çıkarttı. Evrakları yanıma aldım mı? Tabi ki hayır 🙂 Geri dönme pahasına yine de boyun eğmedim ona nota! Sınırdan ben ve Pıtırcan sorunsuzca geçiş yaptık, bu arada Pıtırcan’da bir ay önce iş için gittiği için Alman schengeni bulunuyordu. Diğer arkadaşlarımız da sonra da kullanmak üzere İtalyan schengeni alıp geldiler, ama daha önce bu vizeyle İtalya’ya girişleri olmadığından ve ilk kez İsviçre’ ye giriş yapacaklarından dolayı pasaporttaki memur bir 5 dakika hepimize ecel terleri döktürdü. Neyse ki şansımız yoldan sapmadı ve sağ sağlım sınırdan içeri adım attık 🙂
Basel konum itibarıyla Almanya, İsviçre ve Fransa sınırında olduğu için iniş
yaptığımız Basel Mulhouse havalimanı bu üç ülkenin toprakları üzerine kurulmuş ve uçaktan inip, gümrükten geçtikten hemen sonra hangi ülkeye gitmek istiyorsanız o çıkış kapısından ayrılıyorsunuz. Aile dostları bizi karşılayıp 5 dakikalık bir araba sürüşüyle eve getirdiler. İsviçre’nin Zürih ve Cenevre’den sonra en büyük 3. Şehri olan Basel aslında çok ufak bir şehir, bir ucundan diğer ucuna yürümek max. bir saat sürüyor 🙂 Yürüyerek gezmek için oldukça ideal. Şansımıza hava o kadar güzeldi ki, biz de bu şansı kaybetmek istemediğimiz için kendimizi hemen sokağa attık. Sınırlı zamanımız olduğu için daha önce tavsiye aldığımız noktaları hedefleyip yola koyulduk, ilk istikamet en meşhur meydanı olan Marktplatz oldu. Bu meydan Şehrin önemli yapılarından biri olan Belediye binası yani Rathaus’ a ev sahipliği yapması ve yine Pazar günü dışında her gün öğleden önce kurulan pazarıyla ünlü. Kırmızı rengiyle Rathaus gerçekten görülmeye değer, iç avlusunda bulunan resimli tasvirlerde gerçek birer sanat eseri. Saat itibariyle pazarı görme şansımız cumartesiye kaldı.
Bu meydana çok yakın bir sokakta ufak bir avlunun içinde “Zum Roten Angel” isimli bir kafe keşfedip birer kahve için mola verdik. Salaş ama sempatik bir yer, içi öğrenci doluydu.
Mola sonrası Basel’in keyifli sokaklarında tur atmaya devam ettik. Rengarenk tasarım dükkanları, ssatçiler, hediyelik eşyacılar ve sanat galerileri arasında keşfettiğimiz harika bir cupcake dükkanı ” Cupcake Affair” ne yapıp ne edin, burayı bulun ve harika tatlılarının tadına varın diyorum.
Basel’deki ilk akşam yemeği seçimimizi her zaman favorimiz olan İtalyan mutfağından yana kullandık ve hayatımızdaki en pahalı pizzayı yedik. Evet İsviçre maalesef çok pahalı bir ülke, yemek, içmek, hatta tramvay kullanmak, trene binmek, vb. hepsi Avrupa’nın diğer ülkelerine göre oldukça pahalı. İsviçre’ de standart bir aksam yemeği, bir tabak yemek + bir bardak bir veya şarap minimum 50 İsviçre Frank’ı, yani 120-150 TL arasında bir rakama denk geliyor. Öyle ki her tramvay bileti yaklaşık 3 frank değerinde, en fazla 2-3 kez binme şansı tanıyor ve sadece 1,5 saat geçerli. Bir şişe küçük su 4 Frank, yaklaşık 10 TL. Bu şartlarda ya iyi bir bütçeyle ya da iyi bir planlamayla hareket etmek gerekiyor. Bizim gibi seyahatleri esnasında yeme ve içmeye çok düşkün olanlar için zor bir durum:)
Ekonomik açıdan paranın ve refahın ülkesi olarak bilinen İsviçre’nindi kişi başına 115.000 İsviçre Frank’ı civarı geliriyle en zengin şehri olması, şehirde yaşamında pahalı olması için en büyük nedenlerin başında geliyor.
Yemek sonrasında yeniden masalsı sokakların içine dalıp uzunca bir dolaşmadan sonra kendimizi nehir kenarında bulduk. Şehrin içinden Ren (Rhein) nehri geçiyor ve şehri büyük Basel ve küçük Basel olarak ikiye ayırıyor. İki bölgeyi de birbirine bağlayan 5 köprü var, bunlar arasında tam ortada bulunan Rheinbrücke (Ren köprüsü) 1225 yılında yapımına başlanmış ve 13 yıl süren inşaatından sonra ve birçok süreçten geçerek günümüze kadar gelmiş. Yine sokaklar arasında amaçsızca dolanırken karşımıza Müsterplatz ve Basel Münster Katedrali çıktı. Bu meydan günümüzde büyük kutlamalar için kullanılıyormuş, meydanın kenarındaki kilisenin ise muhteşem bir Ren Nehri manzarası var.
Basel kültür ve sanat acısından yoğunluk oranı çok yüksek bir şehir; merkez ve yakın çevresinde 40a yakın müze bulunuyor. Kunst Museum ( Güzel Sanatlar Müzesi), Doğa tarihi Müzesi, Kâğıt Müzesi, Tinguely Müzesi, Oyuncak müzesi, vb. bunlardan sadece birkaçı; zamansızlık nedeniyle maalesef hiç birini ziyaret edemedik. Sizin de buraları gezmeye vaktiniz olmazsa en azından şehir tiyatrosunun önündeki çeşmede sergilenen Tinguely’ nin birkaç kinetik heykelini görmek için buraları dolaşmanızı tavsiye edebilirim.
Basel aynı zamanda oldukça büyük bir hayvanat bahçesine ve Roma kalıntılarının bulunduğu büyük bir alan olan Augusta Raurica’ya da ev sahipliği yapıyor, biz buraları da göremedik ama eminim vakit olsaydı keyifli zaman geçirebilirdik.
İsviçre çikolatası kadar Basel’de ünlü olan bir atıştırmalık daha var, Läckerli dedikleri zencefil ve tarçınlı bisküviler, çok şeker kutu ve ambalajlarda satılıyorlar, tadını sevmeseniz bile hediyelik almak için çok ideal. Şehir içinde birkaç yerde mağazaları var, ama tren istasyonunda ya da havalimanında da bulabilmeniz mümkün. Çikolataya ise Zürih ziyaretimizde yer vereceğim, unuttum sanmayın, zaten unutulacak gibi değildi.
İlk gece Basel’i gezip tanımanın keyfiyle evimize döndüğümüzde mutfakta bizi el açması baklavaların beklemesi de ev sahiplerimizin bize yaptığı süprizlerden sadece ilkiydi:)
Sevgiler
Pinkkleo