Sevgili seyahat sever dostlarım 🙂 Biraz dinlendim diyelim, ama geçen ay verdiğim sözle beraber İspanya postlarımla geri döndüm işteee!!
Şubat ayında Pegasus’un kampanyası başlar başlamaz, biz sevgili bebolar ve eşlerini hemen bir telaş aldı 🙂 Aman allahım ucuz biletler, peki ama nereye gideceğiz?? Gecelerce düşündük, Amsterdam, Paris, Brüksel, Nice, Marsilya… Daha sayamayacağım kadar çok alternatifi kafamızdan geçirmiş olmamıza rağmen bir türlü karar veremiyorduk. Sonunda nasıl olduysa İspanya’da karar kıldık! Ama Pegasus’ un buraya uçuşu yoktu. Olsun ama Yıldırım vardı:) Sayesinde olabilecek en uygun fiyatlar ve en az bekleme süreleriyle, Münich aktarmalı gidiş Lufthansa ve Viyana aktarmalı Austrian Airlines dönüş uçaklarımızı alarak 6 gün sürecek Madrid & Barcelona seyahatimizi planlamaya başladık. Burdan kendisine selam ve sevgilerimi gönderiyorum 🙂
Gitmeden önce herkes” Madrid Ankara’ya, Barcelona ise İstanbul’a benzer” dediği için, 2 gün Madrid, 4 gün de Barcelona’da kalmaya karar verdik. Madrid için lokasyonu şehir merkezinde olan “Catalonia Gran Via “otelini tercih ettik. Barcelona’da ise hem tavsiye üzerine hem de daha eğlenceli olacağını düşündüğümüz için ortak bir görüş ile ev kiralamaya karar verdik. Günlerce hatta haftalarca ev sitelerinde dolaştık, resimleri inceledik ve sonunda hepimizin içine sinen “Apartments Visit Barcelona” sitesindeki evlerden birini kiraladık. Bunun ne kadar iyi bir fikir olduğunu ilerde sorgulayacağız!!?
Yolculuğumuz Pazar sabaha karşı 04:00‘de Atatürk Havalimanında başladı. Yine her zamanki gibi full motive bir halde yolculuğa başlamıştık. Uçağımızın aktarmalı ve diğer uçağa yetişme süremizin 45 dak. olması ayrı bir stres yaratsa da biz bunu da eğlenceye dönüştürebilmiştik. Evet İstanbul’dan 30 dakika rötarlı kalkan uçağımız Münich’e indiğinde Madrid uçağımızın kalkmasına 15 dakika kalmıştı, ve pasaport kontrolünden sorunsuzca geçip, terminal değiştirip sonra tekrar pasaport kontrolünden geçerek uçağa yetişmek bu süre yeterli miydi?? Tek hatırladığım hepimizin tazı gibi koştuğuydu, uçağın kalkış yapacağı kapıya ulaştığımızda ise yeni rötar haberinin gelmiş olması inanılmazdı:) Sonuç olarak sorunsuz bir şekilde Madrid uçağımıza binmeyi başardık ve toplamda 6 saatlik bir yolculuk süresinin ardından 12:30 saatiyle Madrid’e vardık. Transfer için havaalanında şubesi bulunan bir firmaya önceden bilgi vermiştik ancak bu kesin rezervasyon anlamını taşımıyormuş, yine de bizi çok bekletmeden 20 dakika içinde bir minibus ile otelimize transfer etmek için canla başla uğraştılar. 6 kişi için toplam 50 € ödedik. Bu gezi boyunca yaptığımız ve aklımda kalan yaklaşık harcamaları özellikle yazmaya çalışacağım ki, siz de böyle bir gezi için yaklaşık ne kadarlık bir bütçeye ihtiyacınız olduğunu anlayabilirsiniz.
Şehir dışından içerilere doğru ilerledikçe daha ilk dakikalarda Madrid’i sevmiştim. Sakin ve tarihi atmosferi duru ve modern caddelerle birleştikçe bu şehri bu kadar beğendiysem, Barcelona kimbilir nasıldır diye kurmaya başlamıştım bile!
Otelimiz oldukça merkezi bir cadde olan Gran Via üzerindeydi, her açıdan yeterli olduğunu söyleyebilirim.
Her bölgeye yakın, öününde otobüs durağı olan, temiz, rahat, kahvaltısı idare eder, çalışanları güler yüzlü ve yardımseverdi.
Buraya iki gecelik oda için çift başına 150 € ödedik.
Otele yerleşip hemen kendimizi “muhteşem tapalar diyarina” atıverdik. Tanımlamamdan anlayacağınız üzere çookk açtık:) Otelimize 10 dakika mesafedeki “Sol Meydanı”na varıp, hemen etrafındaki sokaklardan Calle Dela Victoria’daki tapascılardan biri olan “Cafe De Levante” yı gözümüze kestirdik.
Hatırladığım kadarıyla patates bravas (domates soslu patates kızartması), kalamar, sarımsaklı karides, baby squid, küçük bir paella, salata ve ortaya iki pizza soyleyip, 6 tane de kocaman birayı mideye indirdik. İlk öğlen yemeği için 100 € civarında bir ödeme yaptık. Bu arada otelden çıktığımızda hemen önünde duran kırmızı üstü açık turist otobüslerinden faydalanmak üzere iki günlük çift hatlı Madrid bileti satın almıştık (kişi başı 20 €). Böylece şehri istediğimiz duraklarda inip yürüyüp sonra bir diğerinde tekrar binerek dolaşma fırstımız oldu. Aslında şehir oldukça küçük ve yürüyerek kolay gezilebilir bir yer, ama biz yine de birer bilet edindik çünkü nisan sonu gitmiş olmamıza rağmen üşüten bir hava hakimdi ve yağmur ihtimalini göz ardı edemeyeceğimiz için otobüs hatlarının oldukça faydasını gördük.Yemeğin ardından Sol meydanına geri dönüp çizdiğimiz güzergahta dolaşmaya başladık. “Puerta Del Sol”, bizim Taksim meydanını andırıyor, meşhur Calle Mayor, Calle del Arenal, Calle de Alcala sokaklarının birleştiği şehrin en canlı ve kalabalık yeri, adeta şehrin kalbi ya da kendiismiyle güneşi gibi gibi, bir çok mağaza, kitapçı, market ve cafeyi bir arada bulabileceğiniz, sokak gösterilerinin yapıldığı, ve Madrid’i simgeleyen meşhur “bronz ayı heykeli”ni barındıran meydan.
Meydan da biraz vakit geçirdikten sonra Calle Arenal üzerinden yolumuza devam etmek istedik ama çok fazla ilerleyemeden ilk molamızı “Chocolateria de San Gines” isimli kafede verdik.
Burası Madrid’in en meşhur kafelerinden biri, çünkü kendisi sadece ispanya’ya özgü olan belki de en bilindik tatlısı “Churro” yu en iyi yapan yer. Şahsım adına çok beğendiğim tatlının usulu şerbetsiz lokma tarzında bir hamur parçasını sıcak koyu tatta bir çikolataya batırarak yemekten geçiyor. Bizim bebolara çok hitap etmese de iki porsiyon churroyu mideye indirip yolumuza devam ettik. Gitmek isteyenler için bu kafeyi Calle Arenal üzerinde çıkmaz sokak gibi görünen bir sokağın içinde kocaman tabelasıyla bulabilecekleri ip ucunu vermek isterim.
Burdan çıkıp soğuyan havanın verdiği hızla “Palacio Real – Royal Palace ” yani Kraliyet Sarayı ve hemen yanındaki Almudena Katedrali’ne doğru yol aldık.
İlk önce Saray’ın hemen önünde yer alan “Plaza de Oriente” olarak adlandırılan bahçeli, havuzlu meydana yöneldik. Bu küçük ve huzurlu parkın etrafında eski kralların heykelleri sıralanıyor.
Hemen etrafında ise tiyatro ve opera binaları var. Ziyarete açık olmalarına rağmen içlerine girme fırsatımız malesef olmadı, ama yapılar öyle heybetli, ve ihtişamlı ki zaten dışardan bile görmek çok keyifli.
Saray’ın sadece bir kısmı halka açık, müze gibi gezilebiliyor, ancak tamamı değil, çünkü saray zaman zaman Kraliyet ailesinin resmi tören ve resepsiyonlarında kullanılıyormuş.
Buradan yavaş adımlarla ve çevrenin keyfini çıkarta çıkarta önce ” San Francisco el Grande” bazilikasının önünden geçerek “Puerto Del Toledo” meydanına vardık.
Bu meydanda bulunan “Toledo Kapısı”, şehrin bir kaç girişinden birini simgeliyor oldukça gösterişli bir yapı. Meydana geldiğinizde sol tarafınıda kalan yokuştan yukarı doğru çıktığınızda “Plaza De La Cabada” isimli, bir meydana çıkıyorsunuz. Burası oldukça ilginç bir alan, geniş, çitlerle ve yer yer duvarlarla örülü bu alanda gençler yerlerde yatıyor, içki içiyor, müzik dinliyor, basketbol oynuyor, kısacası eğleniyorlar.
Bu caddenin devamında ise aslında bir an önce varmak istediğimiz alan Plaza Mayor’a vardık. “Plaza Mayor” dikdörtgen bir meydan, dört kenarında farklı, kemerli kapıları var. Tam ortasında da 3.Philip’in atlı heykeli, eski binaların zemin katlarında kafeler, restaurantlar var. Bu meydan önceleri pazaryeri olarak kullanılırken 16.yy’da kralın talimatı ile uzunca sürecek çalışmalardan sonra tam bir meydan haline getirilmiş. Şehrin belediye başkan binası da burada. Burada açıktaki kafelere oturup, ortada müzik yapanları ya da gösterileri seyredebilirsiniz. Akşam yemeği öncesinde ilk Sangria keyfimizi burada yapıp bir süre dinlendik.
Merak edenler için Sangria İspanya’ya özgü meyve şarabı diyebileceğimiz hafif bir içki. Keyif için bir kaç kez denenebilir ama olmazsa olmaz bir tat değil. Burda bir kaç bira, bir sürayi Sangria ve kahveye 30 € ödedikten sonra, otele girmeden önce akşam yemeğini de yemeye karar verdik. Otelimizin de üzerinde bulunduğu Gran Via caddesini baştan başa yürümemize rağmen içimize sinen bir yer bulamayınca, yine otelin karşısında kalan ve arabayla sabah otele transferimiz sırasında görüp aklımıza yazdığımız bir burger’ciye gitmeye karar verdik.
Mekana geldiğimizde şoka uğradık çünkü sıranın bize gelebilmesi için 7-8 masalık bir sıra vardı. O kadar yorulmuş ve acıkmıştık ki, yemek için başka bir yer aramaya ayıracak enerjimiz olmadığından beklemeye karar verdik. İyiki de beklemişiz, çünkü şu ana kadar yediğim en iyi burgerlerden birini yediğim yer “Tommy Mel’s”. Bu arada sıramızı beklerken mekanın bulunduğu bölgenin ağırlıklı olarak gaylerin bulunduğu bir bölge olduğunu fark etmemiz çok uzun sürmedi 🙂 Bu sizi ürkütmesin, düşünlenin aksine oldukça eğlenceli görüntülerle karşılaşmanız olası, zaten her şeye rağmen bu burger denemeye değer bir tat, 6 kişi için ödediğimiz akşam yemeği ücreti ise 60 €.
Burdan otele doğru dönerken sabahtan beri önünden defalarca geçtiğimiz beyaz kremalı partaya benzer binanın ihtişamıyla karşılaştık. Metropolis, eski bir yapı ve günümüzde yerel yönetim binası olarak kullanılıyormuş. Sizi yandaki manzarayla başbaşa bırakıyorum, durdurak bilmeden yazdığımı farkettiğiniz üzere dolu dolu geçen bir gündü ve çok yorulduk, şimdi uyku zamanı, yarın Madrid’deki 2. ve son günümüz ve bizi bekleyen daha çok yer var:)
Sevgiler,
Pinkkleo