Merhabaa.. Uzun bir ara verdim farkındayım..ama inanın bu arayı kapatacak kadar dolu dolu bir post ile karşınızdayım:) Evet, nerde kalmıştık..
Roma’ daki ilk sabahımıza yani 2. günümüze uyanmıştık. Hızlı bir kahvaltıdan (kahve, çay, tereyağ, reçel ve kruvasan) sonra daha önceden aldığımız Vatikan müze girişi biletlerimizin rezervasyon saati olan 11:00’e yetişebilmek için kendimize yine o bölgeyi keşfedeceğimiz bir rota çizip yola koyulduk. Otelimizin bulunduğu Via Nazionale ile Republica meydanının kesiştiği ilk köseden metroya binerek, Vatikan’a doğru yola çıktık. İlk metro tecrübemizde italyada yaşayan türk genç topluluğunun kapkaçına şahit olmakta oldukça hazindi. Ancak ustalıkları ve hızları, hemen metroya binip uzaklaşmaları oldukça takdir topladı gerçekten! Bu tecrübede dikkat etttiğimiz nokta ise siyah gözlüklerimizin ardına sığınıp Türk olduğumuzu belli etmemek oldu..
Vatikan’ a ulaşmak için Roma’nın en doğusundan metroya binip, tüm merkezin altını dolaşıp sonra da Tiber nehrini geçmeniz gerekiyor. Bunu otobüsle daha uzun süreli bir yolculuk haline getirebilirsiniz ama dediğimi gibi biz metro kullanmıştık ve yolculuğumuz 15- 20 dakika kadar sürmüştü. Nehri geçtikten sonra “Ottiviano” istasyonunda indiğinizde, Vatikan bölgesine teşrif etmiş oluyorsunuz. Müzeye giriş saatimiz olan 11’de olduğu için ilk istikametimiz “Castel Sant Angelo” oldu.
Roma İmparatorluğu döneminde yapılmış daha sonra uzun yıllar kale ve bir süre de hapishane olarak kullanılmış. Kalenin tepesine bir melek indiği rivayetlerinden sonra, adı Castel Sant’Angelo olarak değiştirilmiş. Kalenin içinde ve teraslarında halen çalışır durumda bulunan toplar duruyor. Bunun nedeni ise olası bir savaş çıkması durumunda Papa ‘nın buraya kaçırılıp korunması gerekliliğiymiş.. Avrupa’nın göbeğinde 21.yy’da savaş çıkar da hala top tüfek kullanılır mı emin olamadık tabi! Kalenin en yüksek terasındaki Roma manzarası ise görmeye değer, kaleyi gezmenizi tavsiye derim.
Kalenin tam önündeki Ponte Sant’Angelo köprüsü yer alıyor. Bu Melekler ve Şeytanlar kitap ve filminde de yer alan melek heykelleriyle ünlü tarihi köprü. Köprünün her iki yanında da benzer tarihi nitelikte köprüler uzanmaya devam ediyor. Kaleden köprüleri, köprüden de kaleleri izlemek gerçekten oldukça keyifli, bu bölgede bol bol resim çekebileceğinizi de söylememe gerek yok sanırım.
Kaleden çıkıp sağa dönüp dümdüz ilerleyip ışıklardan karşıya geçtiğinizde başlayan Via della Conciliazion caddesi sizi direkt Vatikan meydanına çıkartıyor.
Biz burada bir ek kahvaltı molası verip biraz insanları izledik. bu bölgede çok sayıda turist, din adamı, rahip ve rahibe görmeniz mümkün.
Bu arada Vatikan ve çevresine giderken kısa şort veya kısa kollu tshirt giymek pek makul karşılanmıyor bu nedenle özellikle de St. Pietro’s Basilicası’na (Manastır – Kilise) giriş yapacaksanız zaten kilise yetkililerince sert bir şekilde uyarılıyorsunuz.
Sıcak bir havada gidiyorsanız, askılı t-shirt ve kısa şortumdan ödün vermem diyorsanız yanınıza mutlaka bir şal alın derim.
Müzenin yerini bilmediğimiz için biz önce meydanın içine doğru ilerleyip, kuyrukların arkasına takıldık ama buranın manastıra giriş olduğunu anlamamız sadece bir kaç dakika sürdü, Vatikan polisinin ingilizcesi oldukça kötü olmasına rağmen müzeyi bulmamızda bize yardımcı olmadılar demek haksızlık olur, sonucta iyice meydanın içine ilerlemeden soldan devam edip, Vatikan şehrine ait büyük ve uzun duvarları takip ederek, ki zaten buna bile gerek kalmıyor insan kalabalığını takip etsek yetermiş:), Vatikan müzesine ulaştık.
Biletlerimizi daha önceden rezerve ettirdiğimiz ve giriş saatimiz de önceden belli olduğu için hiç sıra beklemeden içeri giriş biletlerimizi alıp müzeyi dolaşmaya koyulduk. Bu arada ek bilgi müze her ayın son Pazar günü ücretsizmiş. Vatikan Müzesi oldukça geniş bir alana yayılmış. Detaylı gezmek isterseniz bir günden fazla bile sürebilir, bu tamamen ilgi ve alakanıza kalmış. Biz rehbersiz bir şekilde kalabalığı takip ederek ortalama bir buçuk saatte tüm müzeyi dolaşıp yarım saat kadar da bahçesinde güneşin keyfini çıkartıp iki saat içinde buradan ayrıldık. Müzenin en ilgi çeken yeri kuşkusuz Rafael Odaları ve Sistine Şapel.
Müzenin bir çok yerinde sadece tavanlara ve duvarlara bakarak yürünebiliyor. Özellikle Rafael Odaları’ ndaki o duvar resimlerinde kendinizi kaybediyorsunuz. Halı koleksiyonlarındaki bölümündeki haritalar gerçekten nefes kesici güzellikte ve betinlenemeyecek kadar kıymetliydi.
Sistine Şapeli ise, bu yolların en sonunda çıkışa en yakın yerlerin birinde. Bitmeyen kalabalık en güçlü halini tabiî ki de Şapelde alıyor, bu nedenle bu alanın büyüsünü çok fazla anlayamıyorsunuz. Sistine Şapeli 1473 yılında inşa edilmiş ancak 1505 yılında Michelangelo’dan mekana tavan resimleri yapılması istenmiş. Ünlü Ressam 520 metrekarelik alanı dört yıllık çalışmayla bitirmiş. Michelangelo şapel içine Kıyamet Günü’nü tasvir ettiği “Last Judgment” tablosunu yapmış. Şapel Papa’nın da seçildiği yer olduğu için hem Vatikan hem de Hristiyan dünyası için oldukça mistik bir yer.
Müzenin çıkış merdivenleri de en az müze kadar ilgi çekici, burda da farketmeden bir 10 dakika kadar vakit geçirip, hediyelik eşya standlarına da tek tek uğrayıp, geldğimiz yoldan S. Pietro’s Basilicası’na geri döndük.
Meydana geldiğimizde bizi önce koca kubbe (“cupola”, papa seçildiğinde üstünden beyaz duman tüttürdükleri) ve azizlerin heykelleri karşıladı. İçeri giriş sırası biraz çok olabilir ama neyseki bir çok giriş hattı var ve yaklaşık 15-20 dakikada sıramız geldi. Önce St.Pietro’s Manastırı içine giriyorsunuz, burası muazzam şaşalı bir manastır ve oldukça etkileyici. Burdan Basilica’ya geçiş mevcut, eski Papa’ların kıyafetleri, taçları, vs..burda sergileniyor. Burdan çıkınca “Tombs of the Saints” kısmına girip St.Pietro’dan beri gelmiş geçmiş tüm papaların mezarlarının bulunduğu kısmı gezilebiliyor. Biz buraları çok detaylı gezmedik ama ilginize göre 1 saat kadar zaman harcayabilirsiniz. Esas heycan verici yere ise yine dizaynı Michelangelo tarafından yapılmış Cupola (Kubbe). Buraya çıkmak için 2 yol var.
1. Asansor + 350 Basamak
2. Tüm yolu yürüyerek çıkmak.
Bizim grup ikiye bölündü, bir kısım asansörlü yolu bir kısım ise direkt yürüyüşü tercih etti. Asansörü tercih etmiş olmama rağmen, asansör sonrasındaki 350 basamağı çıkarken nefessizlik nedeniyle nerdeyse ölümden dönmüş biri olarak, sonunda kubbeye vardığımızda manzarayı görmenin her şeye değdiğini söyleyebilirim. Kubbe aynı zamanda meşhur Vatikan Bahçelerini de gözlemleme fırsatı veriyor.
Basık ortamlara karşı fobisi olanlar, kalp riski, hamilelik durumu olanlara bu kısmı kesinlikle tavsiye etmiyorum. Ama geri kalanlara şiddetle tavsiye ederim. Bir insanın geçebileceği darlıkta, mistik merdivenlerden geçip ve kubbenin eğimli kısmına denk geldiğiniz yürürken oldukça değişik bir deneyim yaşayacaksınız. Bütün Vatikan ve Roma ayaklarınızın altında kalıyor. İniş zaten problemsiz, ama biraz baş döndürüyor. Aşağıya indiğinizde ciddi bir dinlenme ihtiyacı doğuyor, bu durumda Manastırın geniş merdivenlerinde veya bahçe de küçük bir mola verebileceğiniz gibi, hemen çıkışta sağda kalan Vatikan Postahanesine gidip Türkiye’deki sevdiklerinize kart yazarak kendinize dinlenme fırsatı da yaratabilirsiniz. Biz kartlarımızı postaladıktan hemen sonra, metro ile geldiğimiz Vatikan’dan yürüyerek nehrin karşısında kalan Roma’nın sokaklarını keşfetmek için ayrıldık. Merak edenler için, kartlar biz İstanbul’a vardıktan bir kaç gün sonra ulaştı. Yani Vatikan Postahanesi sorunsuz çalışıyor:)
Nehrin hemen karşısında kalan büyüleyici Roma sokaklarını takip ederek önceden görmeyi hedeflediğimiz yerlerden biri olan Piazza Navona’da bulduk kendimizi. Burası güzel bir öğlen yemeği için mola verebileceğiniz oldukça hareketli ve eğlenceli bir meydan. Meydanın keyfini çıkardıktan sonra bir kaç sokaka ötede bulunan Pantheon’a doğru yürüdük. Pantheon eski bir pagan tapınağıymış. Daha sonra bir hristiyan kilisesine dönüştürülmüş. Biz kapanış saatine denk geldğimiz için malesef içini detaylıca gezip, üstü açık olan kubbesini göremedik, ama dış görünüşüyle bile ne kadar ihtişamlı olduğunu söylemem ziyaretiniz için yeterli olacaktır. Buradan yorgun adımlarla devam edip Piazza Venezia üzerinden kestirme yollardan otelimizin yolunu tuttuk.
Akşam programımızda aylar öncesinden yer ayırttımız dünyaca ünlü Alfredo lokantası vardı. Doğum yaptıktan sonra sağlığı bozulup iştahı kesilen eşini; elleriyle yaptığı ve sonra adını alacak tadına doyulmaz fettuccine’si ile iyileştiren Sinyor Alfredo’nun 1908 senesinde Roma’da açtığı efsaneleşmiş lokantası, “L’ORIGINALE ALFREDO” bugüne kadar dünyadan ve Türkiye’den bir çok önemli ve tanınmış simayı ağırlamış.
Bu tarihi lezzet bir asırı geçkin süredir babadan oğula geçerek bugüne kadar gelmiş. Fettuccine’ye bayılan ben, İstanbul’da yediğimiz makarnanın Roma’dakinin yanından bile geçemeyeceği konusunda iddalıyım. Muhteşem bir yemek ziyafetinin yanına, bir ispanyol gitar ve akordiyon eşliğinde masaları dolaşarak müzik yapan iki yaşlı italyan amcanın müzik ziyafeti de eklenince, değmeyin keyfimize.
Keyifle başlayan gecemizin sonunda ise gezimizin haftalardır planlanan süprizine sıra gelmişti. Can arkadaşım hatta kardeşim olan Bebom’a erkek arkadaşı evlenme teklifi yapacaktı ve ben başından beri bir evlilik teklifi planının içindeydim, İstanbul’dan ayrıldığımızdan beri üzerimde arkadaşımın teklifi için gerekli olan yüzüğü taşıyordum. Artık stresimi siz düşünün:) Yemek esnasında yüzüğü uygun bir zamanda artık gerçek sahibesine vermek üzere damat adayımıza teslim etmiştim, Alfredo’dan çıkınca planımızı yavaş yavaş yürürlüğe koyduk. Herkes o gece evlilik yıl dönümleri olan diğer çiftimizin gecesini kutlayacağımızı sandığından gerçekten planımızı son dakikaya kadar mükemmel şekilde sürdürebildik. Aşk çeşmesini bir de gece gözüyle görelim, orda bir şampanya açıp yıl dönümlerini kutlayalım bahanesiyle gelin adayımızı o atmosfere getirmek pek de zor olmadı. Çeşmenin başına geldiğimizde ise herkes genel bir kutlamayı beklerken, birden bire yüzük ortaya çıktı ve ta ta tatammm:), “benimle evlenir misin?” sorusu, tatilimize damga vuran repliklerden biri oldu.
Bu muhteşem anı hem bizimle hem de ordaki yüzlerce turist ile payşalan sevgili arkadaşlarımızın heycan ve mutluluğu ile, günün tüm yorgunluğunu unutup gerçekten unutulmaz bir tatil anısına da imza atmış olduk! Bebom’un dileği daha Roma’dan ayrılmadan gerçeğe dönüşmüştü:) Bu arada Samui postlarında söz ettiğim, balayı çiftimiz de onlardı, bu vesileyle anılarımızı tazeleyip onlara uzun, upuzun bir ömür ve mutlu bir hayat diliyorum!
3. günde, yeni maceralarla görüşmek üzere,
Sevgiler,
Pinkkleo